GERÇEK TASAVVUF - Tasavvuf İlminin Fazileti

Sayı 3

GERÇEK TASAVVUF

Tasavvuf İlminin Fazileti

Bir adam Hz. Resulullah’a s.a.v. şerrin ne olduğunu sordu, Resullullah s.a.v.: “Bana şerden sormayınız, hayırlı şeyleri sorunuz!” dedi ve bunu üç kere tekrarladı. Sonra: “Şerlerin en kötüsü: Âlimlerin kötü olmasıdır, hayırların en iyisi de âlimlerin hayırlı olmasıdır.” buyurdu.

Bunun böyle olmasının sebebi şudur: Ulema yani alimler, ümmetin yol göstericisi, dinin direği, cehalet karanlığının aydınlatıcısı, İslam cemiyetinin seçilmiş temsilcileri, Kur’an ve sünnetin hüküm kaynağı, Allah’u Teâlâ’nın yeryüzündeki emini, kulların manevi hastalıklarının doktoru, tevhid dininin uzmanı, büyük emanetin taşıyıcıları olan muhterem ve değerli kişilerdir. Bu halleriyle onlar, insanlar içinde gerçek takvâya en layık olanlar ve dünyaya karşı kulların en zahidi olma durumunda olan kimselerdir. Çünkü onlar bu güzel hal ve sıfatlara, hem kendileri hem de diğer insanların istifadesi adına muhtaçdırlar. Onların bozulması alemin bozulması, onların iyi ve düzgün olması da alemin rahatça ıslah olması demektir.

İlim, farz ve fazilet olarak iki kısma ayrılır. Farz olan ilim; insanın dini vazifelerini hakkıyla yerine getirmesi için  bilmesi gereken ilimdir. Fazilet olan ilim ise; ihtiyacın dışında, Kur’an ve sünnete uygun olarak elde ettiği ilimdir.

Kur’an ve sünnete uygun olmayan, Kur’an ve sünnetten istifade ile elde edilmeyen, onların anlaşılmasına yardım etmeyen yahut onlara dayanmayan bütün ilimler, ne çeşit ve ne kadar olursa olsun, fazilet değil rezalettir. Bu gibi ilimlerle insan ancak dünyada boş zevklerini, ahirette de perişanlığını artırır.

Farz olan ilimde insanın cahil kalmasına müsaade yoktur. Şeyh Şeyhulislam Ebu’n-Necib es -Sühreverdi’nin Enes b. Mâlik’den r.a. naklederek bize bildirdiğine göre, Resulullah a.s. şöyle buyurmuştur: “İlim Çin gibi bulunduğunuz yere uzakta da olsa onu arayıp bulunuz. Şüphesiz, ilim talep etmek erkek ve kadın her müslümana farzdır.” Buradan anlamamız gereken ilmin kaynağını  bulduğunda bu ilmi tahsil etmek yani eğitimini almaktır.

Şeyh Ebu Tâlib el-Mekki rahmetullahi aleyh demiştir ki: “Öğrenilmesi farz olan ilim; İslamın üzerine bina edildiği beş şeyin, şahadet, namaz, oruç, zekat ve haccın bilinmesidir. Çünkü bunlar her müslümana farz kılınmıştır.”

Yapılması farz olan şeyleri, amel edecek kadar bilmek farzdır. Nitekim bu beş ana farzın ilki, kelime-i şehâdet olduğu için tevhid ilminin de bu farz ilimlerin arasına gireceği söylenmiştir. Çünkü tevhid, İslam’ın zaruri amellerinden birisidir. İhlas ilmi de İslam’ın sıhhatiyle alakalıdır ve farz olan ilme dahildir. Ayrıca  alış-veriş, nikah-talak gibi işlemleri yapacakların da  bu işlere başlayacakları zaman onlarla ilgili ilimleri bilmesi de farzdır.

Meşâyıh-ı kirâm ve zühd sahibi (gönlünde dünya sevgisi ve meşgalesi olmayan) âhiret âlimleri, farz olan ilimleri öğrenmek için bütün gayretlerini sarfetmişlerdir. Bu ilimleri hakkıyla öğrenerek emir ve nehiyleri tam manasıyla yerine getirip, Allah’ın lütuf ve yardımıyla bu mesuliyetten kurtulmuşlardır. Onlar, Allahu Teâlâ’nın : “Habibim! Sen emrolunduğun şekilde, beraberinde tevbe edenlerle, dosdoğru hareket et. İstikamet üzere ol. (Sana tabi olanlar da istikamet üzere davransınlar.)” (Hûd suresi, 112) ayetinde, Resulune emrettiği istikamet halinde O’na tabi olarak, istikamet üzere hareket ettiklerinde Allahu Teâlâ, kendilerine yukarıda zikredilen manevi ilim kapılarını açmıştır.

Ebu Hafs’a; “Amellerin en faziletlisi hangisidir?” diye sorulduğunda cevabı şu olmuştur: “İstikamettir. Çünkü Resulullah s.a.v. “tam olarak güç yetiremeyeceksiniz ama, siz istikamet üzere olunuz.”(Heysemi, Mecmau’z-Zevahid) buyurdu.

Cafer es-Sâdık: “Emrolunduğun gibi istikamet üzere ol!” ayeti hakkında; “Bunun manası, azmini sağlam tutarak Allah’a acziyetini itiraf et, demektir.” demiştir.

Ebu Ali el-Cüzcâni demiştir ki: “Sen istikamet iste, keramet peşine düşme! Nefsin keramet peşinde koşar durur. Halbuki Allah senden istikamet istemektedir.”

Sufiler, bunların yanında, özel muhabbetin, muhabbet-i zattan muhabbet-i sıfata kadar değişen kısımlarını, kalbi muhabbetle ruhi muhabbet, akli muhabetle nefsi muhabbet arasındaki farkları, makam-ı muhip ile makam-ı mahbub, mürid ile murâd arasındaki fark ve ayrıcalıkları da çok iyi bilirler. Sonra onlar heybet, üns, kabz, bast gibi müşahade ilimlerini, kabz ile bast, hemm(müşkil hâl) ile neşat(sevinç) arasındaki farkı da bilirler. Ayrıca fenâ ve bekâ ilimlerini iyi bildikleri gibi fenânın çeşitli dereceleri arasındaki farkı, tecelli, cem, fark, levâmi, tavâli, bevâdi, sahv, sekr ve bunların dışındaki hâl ve durumlarıda yakinen bilirler ve ehline öğretirler.

Sufilerin ilimleri dışındaki bütün ilimlerin tahsili esnasında kalbde dünya muhabbetinin bulunması ve takvânın hakikatlerinden uzak kalınması tahsile mani olmaz. Hatta bazen, dünya muhabbeti onları elde etmeye yardımcı bile olur. Çünkü ilimle uğraşmak çok zordur. Ancak kişi, istediği makam ve mevkiye ilimle ulaşacağını anladığı zaman bütün güçlüklere katlanır. Gece uykusunu terk eder. Vatanından ayrılmaya, uzun süre yolculuk yapmaya ve bu uğurda fedakarlık yapmaya katlanır.

Bu büyük velilerin ilmi ise dünya muhabbetiyle hasıl olmaz. Heva ve hevesten kaçmadıkça, boş lezzetleri bir kenara koymadıkça bu ilimlerin hakikatine ulaşılamaz. Bu ilimler ancak takvâ mektebinde okunur. Nitekim Allahu Teâlâ: “Allah’tan korkun, O size (bilmediklerinizi) öğretir.” (Bakara, 282) buyurmuştur. Bununla hakiki ilmin takvânın mirası olduğu anlaşılmaktadır.

Bir adam malının, insanların en akıllısına verilmesini vasiyet etse, o mal zahidlere (kalbini dünyadan çekip Allah’a bağlayanlara) verilir. Çünkü halkın en akıllısı onlardır.

Kul, sağlam bir takvâ ve güzel bir zühd haliyle ancak ilimde râsih (üstün derece ve derin anlayış sahibi) olabilir.

Ebu Said el-Harrâz kaddesellahu sirruh demiştir ki: “İlimde râsih olanlar, bütün ilimlerde tam kemâle erdiler. İlimleri gerçek yönleriyle öğrendiler. Bu ilmin kendilerine verdiği nur ve ferasetle(yüksek kavrama ve anlayış) bütün mahlukatın niyet, dert ve düşüncelerini bilir duruma geldiler.”

Gerçek zühd sahibi alimler ise, şeriatın esası ve dinin temeli olan zaruri ilimleri öğrendikten sonra, tamamen Allah’a yönelip, her şeyleri ile Allah’a bağlandılar. Masivâyı(tüm lüzumsuz işleri) terk ettiler. Böylece ruhları kurbiyyet makamına ulaşarak, orada elde ettikleri nurları, onu almaya müsait kalplerinin üzerine dökmeye başladılar. Bu sayede kalpleri, her türlü ilmi anlayacak bir hale geldi. Sonunda ruhları, onlar devamlı ezeli aleme bağlı kaldıkları için, ilimleri idrak etme durumundan daha ötelere yükselmiş, ilmin kabı olan vücuttan da sıyrılarak tam bir müşahedeye ulaşmıştır.

Rasulullah s.a.v. şöyle buyurmuştur: “Şeytan çok defa sizi ilimle oyalayarak ameli tehir ettirir (erteletir).” Ashab Resulullah s.a.v.’e:

“Ya Resulullah! Şeytan bizi ilimle nasıl oyalar?” diye sorduklarında, Allah Resulu s.a.v. :

Şeytan size; “Sen ilim öğrenmeye bak, iyice öğreninceye kadar amele bakma! der. İnsan da şeytanın bu sözüne aldanarak, ilmi konularda durmadan laf edip durur, ameli hep sonraya bırakır ve nihayet amel etmeden ölür gider.”

Hasan el-Basri de şöyle demiştir: “Allahu Teâlâ, sırf ilim ve rivâyet sahibine önem vermez. O, ancak, güzel anlayış sahibine önem verir, itibar eder.” Yani ilmini kendi hayatına yansıtan kişiye itibar eder demiştir.

İnsanların bir kısmı, donuk tabiatlı, katı kalpli kimselerdir. Bunlar ancak cehennem korkusu, uyarıcı öğütler ve nasihatlarla yumuşayabilirler. Bazıları ise temiz bir yaratılışa sahip, kalpleriyle nefisleri birbirine uyum ve yakınlık olan kimselerdir. Nefsi kalbine galip gelen kimse, nasihat ve vaazla, kalbi nefsine hakim olan kimse de, hikmetle Hakk’a çağrılır. Öğütle davete “ebrar(iyiler)” uyar, bu davette cennetle müjdelemek ve cehennemle korkutmak esastır. Hikmetle davete “mukarrebûn(yakınlık sahipleri)” icabet eder. Onlar bu davetle, kurbiyyet makamının lütuflarına, tertemiz marifet ilmine ve tevhidin inceliklerine çağrılırlar.

Sufilerin icabeti hem ruhen, hem kalben ve hem de nefisleriyle, diğer insanların icabeti ise bunların bazısıyla olmaktadır.

Hz. Ömer r.a. Suheyb er-Rumi için “Allah Suheyb’e rahmet etsin. O, Allah’ın azap ve ateşinden hiç korkmasaydı bile, O’na yine isyan etmezdi.” demiştir. Bundan kasıt edilen: Şayet kendisine, cehennemden kurtulduğuna dair bir berat yazılıp verilse bile o bununla gevşemezdi. Allahu Teâlâ’nın emrinin büyüklüğünü bilmesi, kendisini Allah’a hakkıyla kulluğa sevk ederdi. O, yüce Rabbine karşı kulluğunu, azamet sahibi Allah’ın kendisi üzerindeki hakkını bilmesinden dolayı yapardı.

Sufilerin Hakk’ın davetine icabetleri, sevenin sevdiğinin davetine büyük bir haz ve şevkle hiçbir zorluğa aldırmadan koşması gibidir. Diğer insanların icabeti ise büyük sıkıntı ve güçlükleri aşarak gerçekleşmektedir. Bu icabetin eseri, zamanla, istikamet ve kulluğun gerçekleşmesiyle amellerde kendini gösterir.

Bunun yanında amele yanaşmayan, içini boş şeylerle dolduran ve güzel olanı yalanlayan kimsenin basireti kapanır. Meleküt alemine nüfuz edemez.

Sufilerin nefisleri, kalpleri ve ruhları, zahiren ve bâtınen ilahi davete icabet edince daha fazla ilim ve daha çok marifet sahibi olmuşlardır. Bu durumda da amelleri daha temiz ve daha faziletli olmuştur.

Lokman aleyhisselam bir vasiyetinde oğluna: “Yavrucuğum! Güzel amele ancak yakîn ile güç yetirilir. Kişi ancak yakîni ölçüsünde amel eder. Amel sahibinin yakîni azalmadıkça ameli noksanlaşmaz.”

Yakîn ilmi, ilimlerin en faziletlisidir. Çünkü yakin, insanı daha çok ve daha güzel amel etmeye sevk eder. İnsanı daha güzel amel etmeye sevk eden şey, onu daha güzel kulluk yapmaya götürür. Daha güzel kulluk yapmaya götüren şey ise, Rabbe karşı korunması gereken hukuku en güzel şekilde uygulamak için çalışır. Yani yakîn ve ihlas ne kadar çok olursa kul, Rabbine o derece itaat ve kulluk yapar.

Kaynak: Avarifü’l-Mearif - Şihâbuddin Sühreverdi


Vera Muhabbet Dergisi Logo