Ayeti Kerime ile Meâl ve Tefsiri - Bakara: 8-9 (Münafıklık üzerine-1)

Sayı 4

 

يُخَادِعُونَ اللّٰهَ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُواۚ وَمَا يَخْدَعُونَ اِلَّٓا اَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَۜ

MÜNAFIKLIK ÜZERİNE-1

1-MÜNAFIKLAR, ALLAH’I, RASULÜNÜ VE MÜ’MİNLERİ ALDATIRLAR…

Yüce Allah (cc) şöyle buyuruyor: “İnsanlardan bir kısmı da vardır ki, biz Allah’a ve ahiret gününe inandık derler. Hâlbuki onlar asla inanıcı değildirler. (Bunlar sadece lisanen iman ettik demeleriyle) Allah’ı ve iman edenleri aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki (böyle yapmakla), ancak kendilerini aldatırlar da (bunun) farkına varmazlar. “(Bakara-8,9)

Müfessirler, bu ayet-i kerimenin münafıkların nitelikleri hakkında olduğunda ittifak etmiş ve şöyle demişlerdir: Allah (cc), bu ve önceki ayetlerde mümin, kâfir ve münafık olmak üzere, üç sınıf insandan bahsetmiştir. Allah (cc) önce, içleri dışları tertemiz, kalpleri imanla dolu ihlâs sahibi müminlerle söze başlamış, sonra nitelikleri inkâr ve inada dayanan kâfirleri zikretmiş, daha sonra da, bu ayeti kerimeyle kalbi söylediğinin tersi olan ve diliyle iman ettiğini söyleyen kimselerin durumunu vasfetmiştir. Şimdi kısaca yukarıdaki ayet-i kerime hakkında âlimlerimizin bazı beyanlarını zikredelim.

Birinci mesele: (Ve min-e-nâsi… İnsanlardan bir kısmı…) Ayet-i Kerimede bahsi geçen bu insanlardan murad münafıkların reisi olan, Abdullah ibn-i Übeyy-ibni Selul ve adamlarıdır. Bunlar dilleriyle Kelime-i şehadet getirirlerdi. Ancak onların bundan maksatları, mallarını ve canlarını kurtarmaktı. Yani hakikatte iman etmiş değillerdi.

 

İkinci mesele: İnsan neden (El-İnsân) diye isimlendirildi? Bazı hikmetleri şöyledir. 1-) (El-İnsân) çok unutan, manasınadır. Ayet-i Kerimedeki, (En-Nâs) lafzı, (El-İnsân) lafzının cemisidir. İbn-i Abbas’tan (ra) şöyle rivayet edilmiştir: İnsan, (El-İnsân) diye adlandırıldı. Çünkü ondan ruhlar âleminde bir ahid alınmıştı. Ama o bu ahdini unutmuştur. Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Andolsun ki bundan önce biz Âdem’e vahyettik ve o unuttu.” (Taha-115) 2-) (El-İnsân) hızla ünsiyet eden, dost olan, ahbab olan, yakın olan, huzur bulan manalarına gelir. Yani insan, eşi ile kendi gibi insanlarla ve Rabbi ile kolayca ünsiyet ettiği için, (El-İnsân) diye adlandırılmıştır. 3-) (El- İnsân) çok açık, ortada, görünen manalarına gelir. Yani insan bedeni olan bir varlıktır. Cinler gibi görünmez değildir. Nitekim Cenâb-ı Hak, “…ânese min cânibit-tûri nâra… Tur dağı tarafından bir ateş gördü.” (Kasas-29) buyurmuştur. İnsan ile (ânese) ayni köktendir. Hakikatte de insan, yüce yaratıcının bizzat kudret eliyle topraktan yarattığı apaçık görünen bir mucizesidir. Bizzat insan da, bu apaçık kudreti kolayca görebilen olarak yaratılmıştır.

 

Üçüncü mesele: “Ve mâ hüm bi-mü’minin… Onlar mümin değildirler.” Bu buyruk ile iman, dil ile söylemekten ibarettir, diyenlerin görüşü reddedilmektedir. Sadece dil ile Allah’a ve âhiret gününe inandık, demek yetmiyor. Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “İman, kalp ile bilmek, dil ile söylemek, azalar ile de amel etmektir.” Bunu İbn-i Mace Sünen’inde rivayet etmiştir. Allah’ı tanımayan ve bilmeyen fakat O’nu tanıdığını diliyle ikrar eden kimse “Ve mâ hüm bi-mü’minin… Onlar mümin değildirler.” buyruğuna muhataptır. Bu ayet kalbinde marifet olmayanın, dili ile iman ettim, demesiyle mümin olamayacağına delâlet eder. Münafıklar şayet Allah’ı bilip de ikrar etselerdi, bu ikrarlarının iman olması gerekirdi. Allah muhafaza, Allah’ı tanımadan iman ettim demek

münafıkların hallerindendir. Hem onlar Allah’ı tanısalardı, O’nu aldatmaya kalkışırlar mıydı?

 

Dördüncü mesele: Bu ayet-i kerimede geçmese de (Münafık) kelimesinin manasını kısaca hatırlayalım. “Nefaka” kökünden türemiştir. (Nefak) toprağın içine açılan büyük-küçük tünele denir. (Nifak) denilmesinin sebebi, münafığın küfrünü gizlemesi ve onu göstermemesidir. İçinde gizlediğinden başka bir şeyi açığa vurmasıdır. (Münafık) isminin ona verilmesiyle o kişi, yafean/köstebek faresi denilen hayvana benzetilmiştir. Bu hayvanın, En-Nâfika adını alan bir deliği bulunur. İkinci bir deliği daha vardır ki o deliğin adı da “El-Kâsiâ”dır. Bu hayvan yeri deler, içeri girer, yerin yüzeyine yakın olarak tünelini devam ettirir. Nihayet tekrar gün yüzüne çıkmak için toprağı inceltinceye kadar kazar. Ancak tamamen açmaz. Herhangi bir tehlike sezdiği vakit kafası ile bu toprağı iterek, dışarı çıkar. O bakımdan bu hayvanın deliğinin dışı toprak gözükür iken, içerisi kazılmış tünel halindedir. Münafık’ın durumu da işte böyledir. Onun dış görünüşü iman, içi ise küfürdür. Çünkü o Allah’ı hakkıyla tanımamıştır.

 

Beşinci mesele: Münafıkların “Biz Allah’a iman ettik…” sözlerine, Cenâb-ı Hakk’ın “Onlar mümin değildirler…” sözü nasıl mutabık olur? Şöyle cevap verilir. Münafıkların (İman ettik…) sözünü red ve yalanlamak için, (Hayır siz iman etmediniz…) buyrulması tekzib olarak elbette yeterdi. Ancak Yüce Allah, (Onlar mümin değildirler… ) buyurdu. Bu tekzibde şiddet ve mübalağadır. Bunun misali şudur. Bir kimse, “Falanca, şu meselede tartıştı.” dediğinde, sen, “O, o meselede tartışmadı.” dersin ve sen onu yalanlamış olursun. Ama şayet, “O, münakaşa edenlerden değildir.” dersen, onu kökten tekzib etmiş ve bu hususda mübalağa etmiş olursun. Yani o kimse, şu meselede, bu meselede tartışmayı bırak. O böyle münazara edecek cinsten bir adam bile değildir, demiş olursun. Burada da durum böyledir. Onların asla imanla uzaktan-yakından alakaları yoktur, demek olur.

Altıncı mesele: Ahiret Gününden murat nedir? Ölümden sonraki hayata Ahiret hayatı denir. Başlangıcı, insanın öldüğü gündür. Ahiret hayatı üçe ayrılır: 1- Kabir hayatı, mezardan kalkıncaya kadar olan zamandır. 2- Kıyamet hayatı, dirilip Cennete veya Cehenneme gidinceye kadar olan hayattır. Mahşer hayatı da denir. Müddeti elli bin yıldır. 3- Cennet ve Cehennem hayatı olup, ebedi kalınacak hayattır. Ahiret gününe iman, imanın beşinci şartıdır. Ahiretin bir günü, bu dünyanın bin senesi kadardır. Ahıret günü, son gün manasınadır. Ebedi olan güne, son gün denilmesinin sebebi; arkasından herhangi bir gece veya gündüzün gelmediğindendir. Veya dünyadan sonra geldiği içindir. Kur’an’da bildirilen bu gün, bildiğimiz gece gündüz demek değildir. Bir vakit, bir zaman demektir.

Yedinci mesele: (Yuhâdiûnellâhe… Allah’ı aldatmaya çalışıyorlar…) cümlesindeki, “El-Hud’a” lafzının esas manası, gizlemektir. Araplar “Kertenkele yuvasında gizlendi.” derler. Kalbinde olmayan şeyi açıklamakla başkasını aldatmaktır. (El-hud’a) nın diğer anlamı, fesat ve bozuluştur.

Buna göre mana, şöyle olur. Onlar kendileriyle Allah arasındaki iman ve amelleri, kalplerindeki niyetleri sebebiyle bozarlar. Kur’ân-ı Kerim’de: “İnsanlara karşı riyakârlık yaparlar.” (Nisa-142) buyurulmuştur. Yani, küfürde nifak ile salih amellerde riyâ ile hâşâ, Allah’ı aldatmaya kalkarlar.

Allah (cc) doğruluğu, sıdkı, ihlası emreder. Gurur, kibir ve riyayı yasaklar. Yine Allah (cc) ibâdetler konusunda her şeyin, sırf Allah için yapılmasını ister. Müraînin maksadı sırf Allah rızası değildir.

Sekizinci mesele: Münafıklar Allah’ı nasıl aldatmaya çalışırlar, bu mümkün mü? Elbette Allah’ı aldatmak iki yönden imkânsızdır: 1-Cenab-ı Hak, kalbleri, kalblerdeki sırları ve her şeyi bilendir. O’nu kimse kandıramaz. (Ela ya’lemu men halak..) (Hiç Yaratan bilmez mi..) (Mülk-14)

O, El-Alîm’dir, El-Allâm’dır, aldatılması mümkün değildir. 2-Münafıklar, sadece Allah’ın kendilerine peygamber yollamış olduğuna inanmıyorlardı. Maksadları da, Allah’ı aldatmak değildi denirse, bu durumda mana şöyle olur: Cenâb-ı Hak burada (Beni aldatmaya çalışıyorlar…) manasına kendi Zâtını zikretmiştir. Yani seni aldatmaya çalışan beni aldatmaya çalışmıştır buyurarak, Rasulü’nün (sav) ve müminlerin şanını yüceltmiştir. Zaten onlarda Mevla’yı aldatmayı kastetmemişler, ancak Rasülünü (sav) aldatmaya çalışmışlardır. Nitekim (Fetih-10) da bu manada şöyle buyurmuştur. “Sana biat edenler yok mu, muhakkak ki onlar Allah’a biat etmektedirler.” Yani Rasulüne biatı kendi zatına biat saymıştır. İlim adamlarımız derler ki: “Allah’ı aldatmaya çalışırlar…” buyrulmasının sebebi, hem yaptıkları işin, aldatmak isteyen kişinin işine benzediğinden dolayıdır. Hem de Rasulüllahı (sav) ve müminleri aldatmaya çalışmaları sebebiyledir. Ancak bu bizzat Allah’ı kandırmaya çalışmak gibi değerlendirilmiş, “Allah’ı aldatmaya çalışırlar…” buyrulmuştur.

Dokuzuncu mesele: Münafıkların bu aldatmadan gayeleri dört şeydir:

Rasülullah (sav) ve müminler tarafından kendilerine diğer müminler gibi hürmet olunması ve şayet İslamiyet bir şevket ve devlet bulursa, ondan faydalanmalarıdır. 2-Hz. Peygamber’in ve müminlerin sırlarına vakıf olup, müminlerin düşmanı olan kâfirlere aktarmalarıdır. 3-Öldürülmek, esir edilmek gibi kâfirlere tatbik edilen hükümleri, kendilerinden uzak tutmalarıdır. Çünkü Hz. Peygamber (sav): “Lâ ilahe illallah deyinceye kadar insanlarla savaşmam emrolundu… “ buyurmuştur.

Münafıklar bu şekilde davranmakla kanlarını ve mallarını korumak istemektedirler. Ganimet mallarındaki arzularıdır.

Onuncu mesele: Allah-u Teâlâ, Rasulüne (sav) münafıkların hile ve aldatmalarının keyfiyetini ve iç yüzlerini tamamen niye vahyetmedi? Kimler olduğunu niye açıklamadı? Denirse, cevaben Cenab-ı Hak’kın İblîs ve zürriyetinin kökünü kazımaya da kadir olduğu halde bunu yapmadığını söyleriz.

Böyle bir suale, 1- Allah dilediğini yapar ve dilediği gibi hükmeder. O’nu kimse sorguya çekemez, denir. 2- O, El-Hakîm’dir. Her işinde sonsuz hikmet sahibidir. O batıl ve boş iş yapmaz denir. 3- O, El-Alîm’dir. Kendisinden başka hiç kimse bu hususta kullarının ne maslahatı olduğunu hakkıyle bilemez, denir. 4- Hem Allah (cc) münafıkları tamamen Rasulünden ve müminlerden gizlemiştir, denemez. Onların bir kısmını vahiy ve ilham yoluyla isim olarak haberdar etmiştir. (Tevbe-101, Muhammed-29,30) 5- İblis ve zürriyyeti misalinde olduğu gibi yüzden fazla ayeti kerimede onların sıfatlarını, alametlerini beyan buyurmuştur. 6- Peygamber Efendimiz (sav) de Rabbimizin kendisine bildirdiği münafıkların kimler olduğunu herkese açıklamamış ve onlardan bazılarının cenaze namazlarını bile kıldırmıştır. Bununla birlikte, yüz civarındaki hadis-i şerifleriyle, şahsen değilse de tip olarak onları tanımlamıştır. Bir hadiste münafık, bir nehir kenarına gelen üç kişiden biriyle tasvir edilmiştir. Buna göre mümin suya atlar ve karşıya geçer, ardından münafık atlar, mümine yetişmek üzere olduğu sırada, bir yandan arkadaki kâfirin, diğer yandan öndeki mü’minin, “Bu tarafa gel!” çağrıları ile ikisi arasında bocalarken kuvvetli bir su dalgasıyla boğulur. 7- Hz. Peygamber (sav) münafıklara karşı gayet ihtiyatlı, temkinli, tedbirli bir siyaset uygulamış, kâfirlere yapılan muameleye tâbi tutmamış, onları İslâm toplumu içerisinden ayırmayıp, kuvvetli bir otorite ile tesirsiz hâle getirmiştir. Allah Rasulünün (sav) münafıklar hakkındaki bu siyasetinin bazı hikmetleri şöyledir. a) İslâmî müsamaha ve sabrın enginliği gösterilmiştir, b) Bazılarının iman etmeleri ihtimali göz önüne alınmıştır, c) Kâfir saflarına katılıp açıkça İslâm düşmanlığı yapmaları engellenmiştir, d) Toplumsal birliğin sağlanması ve İslâm’a sempati duyan gönüllerin (Muhammed kendi ashabını öldürüyor…) gibi iftiralardan korunması hedeflenmiştir. Buna rağmen münafıkların cenaze namazını kılması ve onlar için dua etmesi daha sonra nâzil olan âyetlerle yasaklanmıştır. (Tevbe- 80,84)

On birinci mesele: “Onlar ancak kendi nefislerini aldatırlar... “ ın manası ise, dünyada ve ahirette bu hilelerinin zararının sadece kendilerine dönmesi ve müminlere bundan bir zarar isabet etmemesidir. Cenâb-ı Hak, o münafıkları bu fiilleri sebebiyle cezalandırır ve onlara azâb eder. Böylece onlar gerçekte, sadece kendilerini aldatmış olurlar. Dünya hayatında da Cenâb-ı Hak, onların bu hilelerinin zararını müminlerden savuşturmuş ve onu münafıklara döndürmüştür. Bu da, tıpkı Cenâb-ı Hakk’ın şu ayetleri gibidir... “Muhakkak ki münafıklar Allah’ı aldatıyorlar; oysaki Allah, onları aldatmaktadır… “ (Nisa-142). “Onlar bir tuzak kuruyorlar. Ben de bir tuzak kuruyorum…” (Tarık- 15,16). “Her kim asla aldatılamayanı aldatmaya kalkışırsa, ancak kendisini aldatır.” diye bir söz de vardır. Bu doğrudur. Çünkü aldatmak ancak gizlilikleri bilmeyen kimseye karşı yapılabilir.

Gizlilikleri bilen kimseyi aldatmaya kalkışan ancak kendisini aldatmış olur. Bu aynı zamanda Allah’ı tanımadıklarını da göstermektedir. Çünkü onlar Allah’ı tanımış olsalardı, O’nun asla aldatılamayacağını da bilirlerdi. Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah’ı aldatmaya çalışma. Çünkü her kim Allah’ı aldatmaya kalkışırsa Allah onu aldatır ve o kişi eğer farkında ise aslında kendisini aldatır.” Bunu duyanlar: “Ey Allah’ın Peygamberi, Allah nasıl aldatılmaya çalışılabilir ki? “ deyince, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Sen Allah’ın sana emrettiği şeyi yaparsın, fakat bu işi yaparken O’ndan başkasını amaç olarak gözetirsin.”

On ikinci mesele: (Ve mâ yeş’urûn… İdrak etmiyorlar…) Şuur”, bir şeyi duyu yoluyla bilmeye denilir. İnsanın meşâiri ise, onun duyu organlarıdır. Buna göre mana şöyle olur: Bu yaptıklarının zararının onlara ulaşacağı, âdeta gözle görülüp elle tutulan bir durumdur. Ne var ki onlar iyiden iyiye gaflete daldıklarından, sanki duyu kabiliyetlerini yitirmiş gibidirler. İşte böylece Allah (cc) onları, kendilerinde his bulunan hayvanların derecesinden daha da aşağı olan, kendilerinde hiç bir his ve idrak bulunmayan cemadat (cansız varlıkların) mertebesine indirmiştir. Şuurları yani hisleri/duyuları olsaydı farkına varırlardı. Olmadığına göre hayvanlardan daha aşağıdırlar. Çünkü hayvanatın kâr/zarar şuurları/duyuları vardır. (Şâir) kelimesi de buradan gelmektedir. Çünkü şâir başkasının farkına varamadığı, değişik birtakım anlamların farkına varabilen demektir.

On üçüncü mesele: (Ve mâ yeş’urûn… İdrak etmiyorlar…) Rabbimiz, bu münafıkların bilmediklerinden ve idrak etmediklerinden söz ediyor. Oysa “Bile bile gerçeği gizliyorsunuz. “ (Âl-i İmran-71) ayetinde münafıkların ilim ve bilgi sahibi olduklarından haber verilmektedir. Bu iki ayet birbiriyle nasıl bağdaştırılabilir? Onlar işin iç yüzünü biliyorlar, fakat bildikleriyle amel etmiyorlar. Böylece de tıpkı bilmeyenler gibi oluyorlar. Nitekim şu ayette onların durumu şöyle ifade ediliyor : “Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. “ (Bakara-18) Oysa bunların hepsi de gerçekte konuşurlar, işitirler ve görürler, fakat bunlardan yararlanmak istemezler. Bu halleriyle onlar adeta sağır, dilsiz ve kör gibidirler. Dolayısıyla ilmiyle amel etmeyen bir âlimin de, cahilden farkı yoktur. İkisi de eşittir. Allah’ı (cc) aldatmaya kalkanların kıyamet günündeki hallerini, Efendimiz (sav) şöyle beyan etmektedir: Adiy İbn-i Hatim (ra) den rivayete göre, Rasulullah (sav) “İnsanlardan bir takımlarına kıyamet günü Cennet’e doğru gitmeleri emrolunur. Onlar da Cennet’e yanaşıp baktıklarında, kokusunu aldıklarında ve Cennet’in köşklerine ve Allah-u Teâla Hazretlerinin, Cennet ehline hazırladığı nimetleri gördüklerinde: “Onları geri çevirin.“ buyrulur. Onlar öyle bir pişmanlıkla ve (üzüntüyle) geri dönerler ki, evvelki (ve sonraki) insanlardan (hiçbir kimse) öyle bir pişmanlığa (ve üzüntüye) uğramamıştır. O zaman münafıklar: “Ey Rabbimiz! Eğer dostlarına hazırladığın mükâfatları göstermeden bizi Cehennem’e soksaydın bu bize daha kolay gelirdi.“ derler. Allah (cc) cevaben buyurur ki : “Ben sizin hakkınızda böyle istedim. (Zira) siz dünyada benimle yalnız kaldığınızda büyük günahlarla karşıma çıkardınız. İnsanlarla karşılaştığınızda ise müttekî görünürdünüz.

Kalplerinizdeki benim bildiğimin hilafını (tersini) insanlara gösterirdiniz. İnsanları heybetli kabul eder, benim heybet ve azametimi takdir etmezdiniz. Yani dünyaya kıymet verip, bana kıymet vermezdiniz. İnsanlara tazim edip bana etmezdiniz. (Günahları) insanların yanında onlar için terk eder, benim için terk etmezdiniz. Bu gün ise, sizi mükâfatımdan mahrum ettiğim gibi, size azabın en acıklısını tattıracağım. “ buyurur. (Ebu Nuaym, Hilye 4/125)


Vera Muhabbet Dergisi Logo